Bit(e)meyen Saldırı…

Ülkemizde siyasal İslamcı çevrelerin öncülüğünde başlatılan ve muhafazakâr basın eliyle gündemde tutulan İstanbul Sözleşmesi karşıtlığına şimdi de sözde milliyetçiler ve bazı ulusalcılar da eşlik etmeye başladı. Siyasal rantı ve iktidarı paylaşmaya hevesli erkek işbirlikçiler İstanbul Sözleşmesi üzerinden kadın haklarına saldırmaya devam ediyorlar.

Abone Ol
Ülkemizde siyasal İslamcı çevrelerin öncülüğünde başlatılan ve muhafazakâr basın eliyle gündemde tutulan İstanbul Sözleşmesi karşıtlığına şimdi de sözde milliyetçiler ve bazı ulusalcılar da eşlik etmeye başladı. Siyasal rantı ve iktidarı paylaşmaya hevesli erkek işbirlikçiler İstanbul Sözleşmesi üzerinden kadın haklarına saldırmaya devam ediyorlar. Etno-dinsel işbirlikçi bu eril mutabakat, kültürel ve ideolojik körlük içinde sözleşme karşıtlığını daha da yüksek sesle dile getiriyor. Önce gelenek, sonra fıtrat ve son olarak da yerlilik (!) söylemleriyle konu gündemde tutulmaya çalışılmakta, kadınlara ve haklar alanına saldırılmakta. Ancak feministi, laiki, liberali, Atatürkçüsü ve muhafazakârı, tüm kesimlerden kadınların sağlam duruşlarıyla iktidar, cemaatler ve troller şimdilik bir adım geri atılmış gibi görünüyor. Ama gündem sıkışması olunca konunun yeniden piyasaya sürülmesi hiç de şaşırtıcı olmayacaktır… 

Aslında İstanbul Sözleşmesi karşıtlındaki anahtar kavram toplumsal cinsiyet ve onunla bağlantılı olan; cinsiyete dayalı işbölümü ve cinsiyet (kadın-erkek) eşitliğidir. İngilizcesi “gender” olan ve Türkçe karşılığı “toplumsal cinsiyet” olarak kullanılan kavram, cinsiyetin toplumsal ve kültürel inşasıyla oluşumunu ifade etmekte. Kavram dişil ya da eril olmanın biyolojik (üreme organları, homonlar ve genetik) farklılıkları olduğunu ama kadınlık ve erkekliğin toplumsal/kültürel bir inşa, anlamlandırma ilişkisi olduğuna dayanmakta ve cinsiyet temelli eşitsizlikleri gündeme taşımaktadır. Toplumsalın cinsiyet belirlenimlerini ve eşitsizlikleri tüm yönleriyle sorgulamaya açmaktadır.  

Toplumsal cinsiyet kavramı, insanın kendini, bedenini, toplumsal rol ve beklentileri belirleme, anlamlandırabilme, değişebilme ve dönüştürebilme niteliği ile yaşayabilme niteliğine vurgu yapmakta. Toplumun ve kültürün sabit olmadığını, öğrenilebilen, aktarılabilen ve değiştirilip, dönüştürülebilme niteliğine dikkat çekmekte. Biyolojik farklılıkların insanlar arası ilişkilerde, siyasette, yönetimde, ekonomide, hatta gündelik hayatta bir eşitsizlik nedeni, kaynağı, hatta ayrı muamele etmeye bir gerekçe olamayacağını ifade etmekte. Yani farklı ama eşit olunabileceğini, farklılığı yaşayabileceğini, demokratik bir siyasal ve toplumsal sistemde hak odaklı bir bakışla gerçekleşebileceğini savunmakta. 

Bu kavrama ve tartışmaya açtığı cinsiyet eşitliğine İstanbul Sözleşmesi adı altında neden saldırılmakta? En temel neden, iktidara kendini yakın gören ve gücünü paylaştığını düşünen/paylaşan Siyasal İslamcıların kadın düşmanlığı ve toplumsal alanda bir türlü kuramadığını düşündüğü kültürel iktidar(sızlığı)ını kadınlar üzerinden kurma çabası. Cins dayanışması yoluyla, erkekleri kadın, kadın hakları karşıtlığında bir araya getirme, işbirliğine davet etme ve böylece kendi iktidarının bir parçası olma lütfunu bahşetmesinin de bir aracı. Şimdi bu araç İstanbul Sözleşmesi karşıtlığında kurulmaya çalışılıyor. Son olarak da yerli olmadığı bahanesiyle Sözleşmeden çekilme talebi ortaya atıldı. Üstelik adı İstanbul Sözleşmesi olan Sözleşmeye! 

Kadınların eviçinde uğradıkları şiddet, aslında bir eviçi terördür. Şiddetin aktörleri olan kişileri, erkeklerin sistem içindeki egemenliğini koruma adına İstanbul Sözleşmesine saldırılmakta. Şiddet uğrayan kişinin, kadının yaşam hakkını korumak için şiddet uygulayanın evden uzaklaştırılması, erkeklere bir haksızlık olarak nitelendirilmekte! Aileiçi kadına yönelik şiddet neredeyse savunulacak!  

Önceleri yoksul ailelerde ekonomik gerekçelere, geçim sıkıntısına, hastalığa ya da uyuşturucu bağımlılığına bağlanmaya çalışılan eviçi şiddetin gerçek nedeni ne geçimsizlik, ne yoksulluk, ne de bağımlılıktır. Toplumsal cinsiyet hiyerarşisidir. Cinsiyet temelli roller, yani kadın ve erkekten beklenen eviçi ve toplumsal roller ve bu roller bağlamında kadınlardan ve erkeklerden beklenen işler ve sorumluluklardır. Ataerkil toplumlarda evlilik ve aile, eşit olan ve hayatı paylaşacak iki kişi yerine, erkeğin kadını emri altına almaya çalıştığı, otoritesini şiddet yoluyla da olsa kabul ettirmeye çalıştığı, tüm eviçi sorumlulukların ve bakım işlerinin kadından beklendiği bir işbölümüdür bu. Bu rolleri iyi ve yeterli yapmadığı düşünülen kişilerin (kadınların) neden olduğu öne sürülen evişi şiddetin, ailelerin yoksul ve eğitimsiz oldukları durumlarda yaygınlaştığına inanılıyordu. Toplum inandırılmaya çalışılıyordu. Oysa eviçi şiddet ve kadın cinayetleri düşünüldüğünden daha da yaygın ve giderek de artmakta. Son yıllarda özellikle orta sınıf ve eğitimli kesimlerde daha fazla görünür oldu. Bunun önüne geçmek yerine, kadınları şiddetten korumaya çalışan yasa ve sözleşmelere saldırılıyor ve kadınların sesleri kısılmaya çalışılıyor.   

Muhafazakârların kendi iktidar ve yaşam biçimlerinin önünde engel olarak gördükleri eşitlikçi rollere ve demokratik düzene saldırılmakta. İstanbul Sözleşmesi örneğinde kadınlar üzerinden konu bir savaşa dönüştürülmüş durumda adeta, taraftar sayısı da artırılmaya çalışılıyor. Etno-dinsel temellendirme, fıtrat ve yerlilik (!) adı altında, cinslerin farklılığı düşüncesi çarpıtılarak, kadınlara, çocuklara ve LGBT bireylere yönelik ayrımcı muamelelere ve kadın cinayetlerine meşruluk kazandırılma zemini hazırlanmakta. Toplumsal cinsiyete dayalı geleneksel aterkil işbölümü, aile, toplum ve siyasal sistem içinde garanti altına alınmaya çalışılıyor. Kadınların sırtlarına yüklenmiş ve hiçbir biçimde indirilemeyen ya da indirilmesi istenmeyen eviçi iş ve bakım sorumluluklarından erkekleri muaf kılma çabasının bir ürünü olan cinsiyet hiyerarşisine dört elle sarılınmakta. Kadına yönelik şiddetin gerçek nedeni olan bu bakış açısı, İstanbul Sözleşmesine saldırıların da altında yatan gerçek nedendir.  

Bu saldırılar ve tehdit nasıl kalkar, kaldırabilir? Çıkılmaz yol gibi görülen bu yoldan nasıl çıkılır? Çözüm kuşkusuz, eril, dinbaz ve/veya fanatik milliyetçi otoriter bir aile ve toplum değildir, olmamalıdır. Cinsiyet körü olmak ya da cinsiyetçi olmak da değildir. Cinsiyet farklılığının farkında olarak cinsiyet eşitliğini savunmak ve her tür ayrımcılığa karşı çıkmak olmalıdır. Bu da sadece kadınların işi ve sorumluluğu da değildir. Herkesin bu amaç için çabalaması gerekir!  

Cinsiyet eşitliğini hedefleyen bakış açısını geliştirmek ve eşitlikçi politikalar üretmek, hem siyasal iktidarların, hem de bu toplumda yaşayan herkesin görevidir, olmalıdır. Ne dersiniz? Kadın ve erkekler olarak hepimizin elimizi taşın altına koymanın zamanı gelmedi mi? Her tür eşitsizliğe birlikte dur diyebilmeli sessiz kalıp bir köşede izlemek yerine İstanbul Sözleşmesine sahip çıkmalıyız.