Bu yıl Köy Enstitülerinin 82 Kuruluş yıldönümü daha bir coşkuyla ama bir o kadar da derinden sorgulamayla geçti. Köy enstitülerine yönelik karalama girişimlerinin üniversite ders kitaplarına kadar girmesi bir yana, ülkenin geldiği yoksulluğun ve eğitimde artan eşitsizliklerin kent yoksulluğu ve küresel salgınla gözler önüne serilmesi Enstitülerin ne kadar önemli işlevler gördüğünü bizlere bir kez daha hatırlattı. Bu topraklarda yoksul köylünün yüzyıllar süren sömürüsünün, feodal toplumsal yapı ve cahilliğin pençesinde kalmasının önlenmesi ve gönenç düzeyinin yükseltilmesi için Cumhuriyet’in ilk yıllarında başlayan arayış 1940 yılında Köy Enstitülerinin açılmasıyla yeni bir anlam kazanmıştır. Köylünün veköy çocuğunun eğitim ve kültürel devrimler yoluyla aydınlanmasını amaçlayan Enstitüler ülke düzeyine yayılmış ve sayıları 21’e ulaşarak her biri bir bölge okuluna dönüşmüştür.
Karma, kamusal ve yatılı eğitim kurumları olarak Köy Enstitüleri, sadece öğretmen yetiştirmeyi amaçlamamıştır. Kırın ihtiyaç duyduğu insan gücü olan öğretmenden sağlıkçıya, marangozdan demirciye, çiftçiden inşaat ustasına kadar bir dizi beceri kazanmış, yeni aydın ve dayanışmacı, yani Cumhuriyetin yapabilme becerilerine sahip yeni insanını yetiştirmeyi de amaçlamıştır. 1952 yıllına kadar 17.341 öğretmen ve eğiticinin yanı sıra 1.599 sağlık elemanı yetişmiş ve Köy Enstitülerinden yetişen öğretmen sayısı kentlerdekilerin üç katına ulaşmıştır.
Anadolu temelli ulusçuluk ve köycülük akımının etkilerini de içeren Enstitüler, köyü ve köylüyü kalkındırmayı amaçlarken, Cumhuriyetin değer ve ilkelerini kıra ve köylüye tanıtmayı da hedeflemiştir. Aydınlanmanın “aklını emanete vermeden, cesurca kaderini değiştirmek için dayanışma içinde kendine ve bilime güven” felsefesi çerçevesinde, doğaya ve topluma sahip çıkan halkçı uygulamalarıyla özgün bir eğitim ve toplumsal kalkınma modeline dönüşmüş, Cumhuriyetin aydınlanma ışığı olmuşlardır.
Köy Enstitüleri eski patriarkal yönetsel ve toplumsal düzenin ikincilleştirdiği kırda sofradaki yeri sarı öküzden sonra gelen kadının, insan ve yurttaş olma mücadelesinde çok önemli rol oynamıştır. Medeni kanunla eşit miras hakkına kavuşan kadınların seçme ve seçilme haklarını elde etmesi eğitim devrimleriyle taçlandırılmıştır. Ancak zor olan cinsiyet temelli önyargılar ve bağnaz geleneklerin kadınları ikincilleştiren kültürel değerler sistemiyle mücadele o yıllarda neredeyse imkânsız görünmekteydi. Kırda karma eğitime geçiş, üstelik yatılı eğitim kurumları olarak Enstitüler için kız çocuklarını enstitülere göndermek, aileleri ikna etmenin ötesinde tüm köy topluluğunu ve ataerkil değerler sistemiyle mücadeleyi gerektirmekteydi.
Ülke nüfusunun yüzde seksen den fazlasının kırda yaşadığı, okulun olmadığı, olanlarda da beş yıllık temel eğitimin öğretmen eksikliği nedeniyle sürdürülemediği bir gerçeklik dünyasında kız çocuklarını eğitime kavuşturmak amacı Enstitülerin temel gayelerinden biri olmuştur. Onlar köyün öğretmeni, sağlıkçısı, lider insanı olarak yetişmişlerdir. Ama bunu başarmak kolay olmamıştır. Enstitü yöneticileri ve öğretmenleri mutaassıp kırı ve aileleri ikna etmenin farklı, yaratıcı yollarını aramışlardır. Enstitülere girişteki sınav yerine bir yakınını getiren erkek çocuklarının sınavsız olarak kayıt hakkı kazanmasına dayanan pozitif ayrımcılık uygulaması kız çocuklarını Enstitülere kazandırmıştır. Böylece eşitlikçi sosyalleşme ve rol modeli geliştirilme yoluyla toplumsal cinsiyet eşitliğini hayata geçirme açısından Köy Enstitüleri öncü rol oynamıştır. Kız öğrencilerin sayısı da kısa sürede 1.700’lere ulaşmıştır.
Kız çocukları için Enstitüler, kendi kaderine sahip çıkan, insan olabilmek için kadın olmanın kültürel önyargılarını aşabilen insanlar yetiştirmiştir. Onlar köy topluluğun ilk örnek rol modelleri olarak, öğretmen olarak, kadın olarak başarabilmenin gücünü sadece kıra değil, tüm ülkeye göstermişlerdir.
Kısacası, Dünya tarihinde 1960 ve 1970’lerde örneklerine Amerika ve Avrupa’da rastlanan önce ırk, sonra etnisite ve son olarak da siyasette toplumsal cinsiyet temelli pozitif ayrımcılık politika ve uygulamaları, Türkiye örneğinde daha 1940’lı yıllarda eğitim alanında başlamıştır. Dolayısıyla bu özgün modeli daha iyi anlamak ve anlatmak hepimizin görevi olmalıdır.