Mahalle Namusu… Bu bir şaka mı?

  Birkaç gün önce iktidar milletvekili Sayın İsmet Uçma, TBMM Kadına Yönelik Şiddetin Sebeplerini Araştırma Komisyonu’na bir öneri sundu ve ısrarcı da. Kadına karşı şiddeti önlemek için acil durumda müdahaleyi kolaylaştıran panik butonu yerine “mahalle modeli, mahalle namusu” önerisinde bulundu.

Abone Ol


 



Birkaç gün önce iktidar milletvekili Sayın İsmet Uçma, TBMM Kadına Yönelik Şiddetin Sebeplerini Araştırma Komisyonu’na bir öneri sundu ve ısrarcı da. Kadına karşı şiddeti önlemek için acil durumda müdahaleyi kolaylaştıran panik butonu yerine “mahalle modeli, mahalle namusu” önerisinde bulundu. Ona göre, ‘mahallenin namusu diye bir şey geliştirebiliriz, o mahallede birisine yönelik bir şey yapılıyorsa herkes ona sahip çıkar ve hakikaten de yapanı neredeyse ifna eder’.



Basına yansıdığı kadarıyla sayın vekil, evdeki şiddeti sadece fiziksel güce indirgemekte, kadınların da gücü olsa erkekleri döveceğini iddia etmekte. Erkeğin şiddet uygulamasını da, “erkeğin geçici hiddet durumu” olarak tanımlamakta. Neden o erkek, hiddet durumunu işteyken iş arkadaşına ya da patronuna yöneltemiyor, hastanelik ya da karakolluk edinceye kadar dövmüyor? Sorun gerçekten geçici bir hiddet hali mi?



Yoksa sorun ataerkil aile yapısı ve geleneksel kadınlık ve erkeklik rollerine ilişkin beklentilerde mi? Erkekler evde karılarının kendilerine, ailelerine, diğer akrabalarına yeterince itaat etmediklerini, kararlarına uymadıklarını ya da iyi hizmette bulunmadıklarını mı düşünüyorlar? Yine kadın bedeni ve cinselliğini yeterince kontrol edemediklerin için mi kadınlara hiddet duyup, haddini bildirmeye çalışıyorlar? Sorun fiziksel güç ya da kızgınlık meselesi mi? Aileiçi şiddet ki, bunun adını koyalım kadına şiddettir, sorunu bir anlık hiddete ve cinnete indirgenebilir mi?



Sayın vekil, kadınların ailede yaşadıkları şiddetin kamuya yansımasını da küçümseyerek alaycı bir dille ifade etmekte. Kadınların;  “Yüzüme baktın, psikolojimi bozdun” diyerek, psikolojik şiddet kastediyor, kocalarını şikâyet ettiklerini ve erkekleri 6 ay kendi evlerinden uzaklaştırdıklarını belirtmekte. Bu bakış açısı, duygusal ve psikolojik şiddeti şiddet olarak saymamakta, kadını şımarık davranmakla, kapris atmakla suçlamaktadır. Hatta karakola şikâyet ederek durumu daha da kötüleştirdiklerini söyleyerek, bir kez daha şiddet görmüş kadını suçlamakta. Bu bakışta ekonomik şiddet ise, zaten şiddet olarak görülmemekte.



Aslında bu eril bakış açısı 4320 sayılı yasanın geliştirilmiş hali olan ve 2012 tarihli 6284 sayılı “Ailenin Korunması Ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun”u da, şiddete uğramış ‘kadınları şımartmakla’ suçlamıştı. Görülüyor ki şiddet, evde kadına yönelik olduğunda, görülmemeye çalışılmakta, değersizleştirilmekte, şiddetin kaynağı çözüm olarak sunulmaya devam edilmekte…



Aileiçi şiddet basit ve küçümsenecek bir olgu değil, kadınların şiddet karşında şımarık davranma lüksleri de yok. Aile Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın (2014) son araştırmasında aileiçinde kadının şiddet görme oranı %40’lara çıkmış durumda, kadınların şiddete uğrama riski de %94’e kadar çıkabiliyor. Yine aile içi şiddetin %89’u ise, kamuya hiç yansımıyor, “kol kırılıp, yen içinde kalıyor”. Evdeki şiddet karşısında kadınlar yalnız bırakılıyor; kendi aileleri, en yakın akrabaları, komşuları, mahalleliler, bürokratlar ve şimdi de vekiller (!)…



Geçen sene 20 bine yakın kadın evlerinde, en yakınındaki insanlardan, erkeklerden, gördükleri şiddet nedeniyle canlarını kurtarmak için sığınmaevlerinine sığındılar. Şimdi biz sorunu mahalleliye, mahallenin namusuna mı bırakacağız? Kadına yönelik şiddeti görmeyen mahalleli şimdi neden görsün ki?