Ölüm Oruçları üzerine

  Türkiye büyük bir badire atlattı. Umarım bir daha böyle bir tehlikeyle karşılaşılmaz.

Abone Ol


 



Türkiye büyük bir badire atlattı. Umarım bir daha böyle bir tehlikeyle karşılaşılmaz.



Bu yazıda kısaca bir siyaset mücadelesi biçimi olarak ölüm oruçlarının tarihine göz atmak istiyorum.


 


Her tür şiddete karşı bir feminist olarak, ölüm oruçlarını tarihe feminist hareketin armağan etmiş olmasından ancak üzüntü duyarım. Hatırlanacağı gibi İngiltere’de kadınların oy hakkı mücadelesi 1870’lerde, klasik yöntemlerle başlamış ve Millicent Fawcett’in başını çektiği sufrajist hareket mücadeleyi 1900’lara kadar geleneksel barışçı yöntemlerle getirmişti: dernek toplantıları, gösteriler, el ilanı dağıtma, afişleme, siyasetçilerle görüşme vs. Ancak 1903’te Emmeline Pankhust ve iki kızı yeni bir dernek kurdular ve çok daha radikal eylemlere yöneldiler. Bu akıma sufrajetler denildi. 1905’te Christabel Pankhurst ve Annie Kenney, Liberal Parti’nin bir toplantısında hakaret içeren slogan attıkları için tutuklandılar ve para cezası ödemek yerine hapse girmeyi seçtiler. Kamuoyu sufrajetlere ilgi duymaya başladı. Bunun üzerine hapisteki sufrajetler bir adım daha ileri giderek açlık grevleri başlattılar. Polis onları zorla besleme yoluna gitti. Bu infial yarattı. Bunun üzerine hükümet “kedi-fare yasası” denilen bir yasa (1913) çıkardı. Buna göre durumları ağırlaşan mahkumlar salıveriliyor, kendilerini toparladıktan sonra cezalarını çekmeye hapishaneye dönüyorlardı. Ölüm orucunda ölen olmadı ama, 1913’te Emily Davison kendini kralın arabasının önüne atarak öldü. Peki bunca şiddet işe yaradı mı? Yaramadığı anlaşılıyor. Zira, sufrajetler Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte strateji değiştirdiler, hükümeti desteklediler ve eğer 1918’de savaşın bitmesinden sonra kadınlar kısmi olarak oy hakkını kazandılarsa bu, bu yeni politika sayesinde oldu.


 


Sufrajetlerden bu taktiği öğrenip uygulayan büyük bir politikacı da İngiltere’de hukuk okumuş olan Gandhi’dir. Aslında bu durum oldukça şaşırtıcıdır. Çünkü Gandhi şiddete karşı politikaları benimsemiş (satyagraha) bir önderdir. Ancak, 1917’de Güney Afrika’dan Hindistan’a döndükten sonra dokuma işçilerinin grevini desteklemek üzere açlık grevini savunur. Altı yıl hapse mahkum olur, 1920’de serbest bırakılır ve bu kez “dokunulmazların” haklarını savunmak için iki kez, 1932’de bir kez daha açlık grevi yapar. Ama bildiğimiz gibi, kendini adadığı Hindistan’ın bağımsızlığını kazanma davasında açlık grevlerinin etkisi olmamış, mücadele daha barışçıl gösteriler ve İngilizlerle müzakereler yoluyla ancak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kazanılmıştır.


 


Üçüncü bir ölüm orucu dalgası, gene İngiltere’yi ilgilendirir. Irlanda Kurtuluş Hareketi (IRA) kullandığı başka şiddet ve terör yöntemlerinin yanısıra 1981’de ölüm oruçlarına da başvurmuştur. Ünlü Bobby Sands 1981 Mart’ında Maze hapishanesinde açlık grevini başlattı; onu başkaları izledi. Sands kamuoyunda çok popüler oldu, hatta hapishanedeyken bir ara-seçimde milletvekili bile seçildi. Ancak sonu ölüm oldu. 1996’da çekilen, aynı yıl Türkiye’de de vizyona giren “O da bir ana” (Some Mother’s Son) ölüm oruçlarının aileler ve yakınlar üzerinde ne kadar tahripkar sonuçlar yarattığını anlatan çok iyi bir filmdir. Peki, bir ölüme


rağmen ölüm oruçları İrlanda meselesinin çözümünde etkili oldu mu? Hayır olmadı.1997’de Blair hükümetinin iş başına gelmesinden sonra yasal İrlanda Bağımsızlık Örgütü’nün başkanı Gerry Adams ile müzakerelerin başlamasıyla meseleye göreli bir çözüm bulundu, İrlanda’da şiddet sona erdi.


 


Ben her insanın kendi hayatı ve ölümü üzerinde sadece kendisinin söz hakkına sahip olduğuna, özgür iradesine saygı gösterilmesi gerektiğine inanırım. Öyle ki, tedavisi mümkün olmayan hastaları zorla yaşatmak için uygulanan yöntemlere de karşıyım. Bunun da bir şiddet biçimi olduğunu düşünüyorum. O yüzden de, “ötenazi”, eski Yunanca’da “iyi, güzel ölüm” anlamına gelen kararın hastalara ve onların acılarına tanık olan yakınlarına tanınmasından yanayım.


 


Buna karşılık, ölüm oruçlarına, seçilmiş de olsa – ki çoğu zaman seçilmiyor, birilerinin direktifiyle başlatılıyor- sonuna kadar karşıyım. Onun için, Vatan Gazetesi’ndeki yazısında Senem Altan’ın savunduğu görüşlere katılıyorum. “Şimdi geldiğimiz noktada ‘idamı ve ölümü’ savunan bir başbakanımız, ölümleri durduran bir ‘mahkumumuz’ var”. Ben de onun gibi ölümleri ve büyük bir kargaşayı durduranlara –Öcalan’a da- teşekkür ediyorum.