Kadın ya da erkek olmanın anlamı nedir? Neden bir cins, diğeri üzerinde tahakküm kurmaya uğraşır ve diğerinin yaşam hakkını bile kendisi belirlemeye çalışır? Son günlerin popüler tartışmasıyla birlikte cinsler arası mesele; fıtrat ve adalet sorunu mu?, yoksa toplumsal cinsiyet ve eşitlik sorunu mudur?
1960’lara kadar dünya genelinde, 1980’lere kadar da ülkemizde, egemen eril demokraside kadın hakları ve cinsiyet eşitliği sorunu çok da gündeme gelmemiştir. Ülkemizde Cumhuriyetin, özellikle 1930’ların, devletçi feminizmin modernleşme ülküsü, kadınların eşitliği sorununu ekonomik gelişmeye ve demokrasiye havale etmiştir. Böylece aslında korumacı cinsiyetçilik olarak tanımlanan, kadının korunması, annelik üzerinden yüceltilmesi ve sevilmesi gibi öğeleri barındıran bir anlayış, yaygın kabul görmüştür. 1950’den sonra ise, kadınlar, verilmiş haklara sahip çıkmamakla suçlanmışlarsa da, cinsiyetçilik çok da düşmanca olmadan, daha ılımlı bir bakışla egemen olmuştur. Kadınlar; kamusal alana, eğitime, kısmen istihdama, ‘kadınsı’ iş alanlarına, mümkünse korunaklı iş ve mesleklerde ancak cinsiyetsiz olarak yer alabilmişlerdir.
Siyasette ise, sembolik niteliğin korunduğu bir alanda ve anlayışta kadınlar temsil haklarını sınırlı düzlemde kullanmışlardır. Bugün ise, bu anlayış zaman zaman gelenekçi ve İslamcı ideolojiyle eklemlenerek, düşmanca bir ataerkilliğe bürünmektedir.
Kadınların özel alandaki konumları ve sorunları ise, çoğu kez özellikle devlet tarafından göz ardı edilmiş ve edilmektedir. Anne olmanın dışında, kadınların birey olma, kendi hayatlarına ilişkin karar verme (okuma, çalışma, sevgili kişiyle beraber olma ya da istemediği birlikteliği ya da evliliği bitirme, boşanma talepleri) hakları, korumacı ataerkilliği düşmanca cinsiyetçiliğe dönüştürmektedir. Bu nedenle yüzlerce kadın; erkek eş ya da sevdiği kişilerce ve hatta aile üyelerince vahşice öldürülmektedir.
Kadınların ölümleri kamusallaştırılarak meşrulaştırmakta, hatta sokaklarda işlenen kadın cinayetleriyle ölümler ibretlik hale dönüştürerek, tüm kadınlara adeta gözdağı verilmektedir.
Peki ne oldu da sevgili Özgecan Aslan’ın öldürülmesi toplumsal bir isyana yol açtı? Toplum ve siyasiler insafa mı geldiler? Yoksa sevgili Nükhet Sirman’ın söylediği gibi erkekliğin “masum” kodlaması içinde kabul gören bu olay, koruyucu ataerkil bir anlayışla yeniden sahneye mi çıktı?
Ama neden ne olursa olsun, kadınların seslerini duyurması için bu olay bir fırsat yarattı; çünkü bir yandan riskleri kadınlar lehine dönüştürmek de gerekmekte… Daha bugün bir üniversitede, kadın öğrenciler seslerini duyurmak ve kendi güvenliklerinin sağlanması için protestolar yaptılar. Toplumsal cinsiyete duyarlı kentler kadar, üniversitelere olan ihtiyacımız, özellikle Anadolu üniversitelerinde, böylelikle bir kez daha ortaya kondu. Bu konuda üniversitelerin kadın araştırma merkezleri de seslerini duyurmalılar. Ne dersiniz?