Türkiye'nin gündemini haftalardır meşgul eden bir konu var: İstanbul Sözleşmesi. İstanbul Sözleşmesi (Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi), şiddete dair bugüne kadarki en kapsayıcı tanımı yapıyor ve şiddetle mücadelede taraf devletlere ciddi yükümlülükler getiriyor. Türkiye, sözleşmeye imza atan ilk ülke olarak tarihe geçti ve sözleşme 1 Ağustos 2014 itibariyle yürürlüğe girdi. Peki ardından ne oldu da sözleşmeye saldırılar başladı?
Türkiye'de -ve maalesef ki dünyanın her yerinde- kadınların özgürlük ve eşitlik mücadelesinden rahatsızlık duyan bir güruh var. Yıllardır ataerkil yapının kaymağını yiyen bu güruha göre kadının en önemli varlık sebebi ailenin temel taşı olmak ve bir erkeğin hayatını kolaylaştırmak; onu ev temizliği, yemek yapmak, çocuk bakımı gibi angarya işlerden kurtarmak, böylelikle kariyer basamaklarını hızla tırmanmasına katkı sağlamak vs. Ne var ki kadınlar var oluşlarını kimseye borçlu olmadıklarının, hayatlarının yalnızca kendilerine ait olduğunun ve o hayatı istedikleri gibi yaşamanın hiç de bir lütuf olmadığının farkında. Bu farkındalığın doğal bir sonucu olan özgürlük ve eşitlik mücadelesi tarihin en zorlu mücadelelerinden biri. Maalesef ki bu çarpık, adaletsiz düzenin değişmeye başlaması büyük bir rahatsızlığı da beraberinde getirdi. Ayrıcalıklı konumunu bırakmak istemeyen, yeni sorumluluklardan kaçınan, eşitliği kabul etmeyen erkeklerin şiddete başvurması kadın hareketine bambaşka bir boyut getirdi. Kadınlar uzun yıllardır eşitlik için savaştıkları yetmezmiş gibi hayatta kalmak için de mücadele veriyor. Şiddetin her geçen gün daha korkunç hale geldiği bugünlerde İstanbul Sözleşmesi'ne yönelik saldırılar da elbette maksatlı.
Sözleşmenin aile yapısına zarar verdiği, boşanmaları tetiklediği, eşcinselliği özendirdiği gibi iddialarla iptal edilmesi isteniyor. Çünkü kadından her ne pahasına olursa olsun evliliğini sürdürmesi, şiddete karşı yasal yollara başvurmaması, ailesini (!) dağıtmaması bekleniyor. Sözleşmenin şiddete uğrayan veya şiddet tehdidi altında olan kadınlara tanıdığı imkanlar bu güruhun hoşuna gitmiyor. Anlamadıkları ya da aslında anlamak istedikleri şu ki hangi boyutta ve türde olursa olsun şiddetin hüküm sürdüğü bir evde aile birliğinden söz etmek mümkün değildir. Şiddetin 'gelenek, töre, namus' gibi bahanelerle gerekçelendirilemeyeceği de bu sözleşmeyle imza altına alınış vaziyettedir. Eşcinselliği özendirme iddialarına gelecek olursak... Sözleşme mağdurun haklarının korunmasına yönelik tedbirlerin, 'cinsel yönelim' ve 'toplumsal cinsiyet kimliği' ne olursa olsun ayrımcılık gözetilmeden alınmasını garanti ediyor. Ve tabi ki bu durum LGBT'lere ayrımcılığı, insanlık dışı muameleyi ve şiddeti reva gören bu güruhun hoşuna gitmiyor.
Bu hastalıklı, zehirli, çağ dışı düşüncelerden beslenen güruhun siyasette de kendine yer bulmuş olması büyük talihsizlik. Bu durum mücadelemizi çok daha ciddi ve sıkı bir şekilde yürütmemizi şart kılıyor. Ancak ben yine de şiddete karşı en önemli ve en net kazanımlarımızdan biri olan İstanbul Sözleşmesi'ni tartışmaya açanlara bir teşekkürü borç bilirim. Teşekkürler, sayenizde İstanbul Sözleşmesi'ni duymayan kalmadı. Yaşam tarzı, kimliği ne olursa olsun kadınlar İstanbul Sözleşmesi'ni iptal etmek şöyle dursun sözleşmenin her bir maddesi uygulanana kadar mücadele etmekte eskisinden çok daha kararlı. Baskılar, saldırılar bizi birbirimize daha çok kenetledi. Öldürmekle bitmeyecek kadar çok, boyun eğmeyecek kadar güçlüyüz.