Son günlerde, 2011 yılında Avrupa Konseyi tarafından Türkiye’de, İstanbul’da imzaya açılan ve bu nedenle de adı İstanbul Sözleşmesi olarak anılan Sözleşme tartışmalarda öne çıktı.
10 ülkenin imzalamasıyla yürürlüğe girmesi gereken sözleşme, nihayet 12 ülkenin imzalamasıyla 1 Ağustos itibariyle artık uygulamada. Sözleşme kadına yönelik aileiçi şiddetle mücadeleyi küresel ölçekte bir politika haline getiriyor ve takibini de yapmayı öngörüyor.

Aslında sözleşmede öngörülen pek çok madde 8 Mart 2012 tarihinde kabul edilen 6284 sayılı “Ailenin Korunması Ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun” kapsamına alındı. Özellikle acil durumda, şiddet anında emniyet, savcılık ve mahkeme, arasındaki işbirliğinin sağlanması ve koruyucu tedbir kararlarının zaman kaybedilmeden alınmasına  ilişkin hükümler yasada yer aldı. Yine İstanbul Sözleşmesi’ne göre yargı, polis ve sağlık birimlerinin eğitimine bütçe ve zaman ayrılması gerekmekte. Bu konuda da Aile ve Sosyal  Politikalar Bakanlığı bünyesinde bir çalışma yürütülmekte. Bir başka ifadeyle yasayla yapılması gerekenler konusunda her zaman olduğu gibi ülkemizde sıkıntı yok. Ancak asıl  zorluk, ilgili yükümlülüklerin nasıl uygulanacağı konusunda bütünlüklü bir modelimizin  olmaması. Kadına karşı şiddetle mücadelede yasalar ve eylem planlarında kâğıt üstünde bir  işbirliği var gibi, ama sorumluluk kimde belirsiz. Örneğin İstanbul sözleşmesi aileiçi şiddet gören kadınların psikolojik destek almasını öngörüyor. Ancak bu henüz uygulanmıyor. Kadın sığınmaevlerinde psikolog istisnai olarak var. Olanlar ise ya bürokratik işlerden terapiye vakit ayıramıyor ya da iş yoğunluğundan tükenmişlik sendromu yaşıyor! 

Yine İstanbul Sözleşmesi’ne göre ‘Mağdurun faille temas etmemesi sağlanacak’ deniliyor.  Ama 2006/17 sayılı Başbakanlık Genelgesi’nden bu yana devletin benimsediği temel politika “kadınları şiddet uygulasa da kocasıyla barıştırmak!” İlk etapta sağlanan koruma ya da sığınma olanağından sonra, kadının sosyal ve ekonomik hayata geri kazandırılması sorunu, kadının tekrar şiddet uygulayan aileye geri döndürülmesiyle çözülmeye çalışılmaktadır. Yani, arabuluculuk ile kadınları şiddet uygulayanıyla barıştırmak (!) ve / veya sosyal yardımlaşma vakıflarıyla sosyal yardım vererek evine yollamak şiddetle mücadelenin temel yöntemi haline gelmiş durumda. 

Benzer biçimde İstanbul Sözleşmesi şiddet mağduru kadına asgari ücretin günlük tutarına göre devlet tarafından geçici maddi destek verilmesini öngörüyor, ama uygulamada bu nasıl olanaklı olacak, orası belli değil. Yine kadına yönelik şiddete yataklık edenlerin  cezalandırılması gerekecek ama biz şiddet uygulayan kocalara ceza veremiyoruz. 

Ayrıca kadın erkek eşitliğinin sağlanması için gerekli tedbirler kapsamında ilk ve ortaöğretim müfredatına, kadının insan hakları ve kadın erkek eşitliği konusunda eğitime yönelik dersler konulması isteniyor. Ama hem bu dersleri verecek eğitimci bulmanın güçlüğü hem de okul yöneticilerinin bakış açıları düşünüldüğünde bu derslerin ne kadar müfredatta yer bulabileceği ve uygulanabileceği de oldukça şüpheli!

Son olarak zorla evlendirmelerin suç sayılması için gereken hukuki, idari ve cezai önlemler alınması gerekmektedir. Biz yasalarımızda 15 yaş üstünde evliliğe olanak vermiş durumdayız. 

Siyasilerimiz ve bürokratlarımız kadın-erkek eşitliğine değil, her cinsin yerinin belli olduğuna inanıyorlar. Toplumdaki geleneksel rolleri kutsuyorlar. Bu durumda kadın; özel alanda ailede, toplumsal ve ekonomik hayatta, nasıl daha insancıl ve eşit bir statü elde edecek? Kamu bürokratlarımızın büyük çoğunluğunun muhafazakar ve ataerkil aile yapısına inandığı bir devlet yapısında ve geleneğinde, şiddeti üreten geleneksel rol modellerinin değişmesi nasıl olanaklı olabilecek? İstanbul Sözleşmesi’nin ruhunda olan temel nokta da tam burada yatıyor: “Eşitlikçi cinsiyet rollerinin geliştirilmesi”. 

Ama unutulmaması gereken şey, övünerek imzayı attığımız Sözleşme ile devlet, Avrupa Konseyi’ne hesap verecek. Yani takibi artık sadece biz kadınlar değil, uluslar arası bir komite de yapacak. Devletin işi ciddiye almasında yarar var...

* Prof.Dr., Suleyman Demirel Uni., Fen Edebiyat Fak. Sosyoloji Böl.