Geçen ayki yazımızda bir tekno- markette tanık olduğum baba-kız konuşmasından yola çıkarak bazı duygu ve düşüncelerimi paylaşmıştım sizlerle.   Bu sayıda ise bir haftalığına gittiğim Londra’da tanıdığım bir adamın yaşam öyküsünü anlatmak istiyorum.


 



 


Geçen ayki yazımızda bir tekno- markette tanık olduğum baba-kız konuşmasından yola çıkarak bazı duygu ve düşüncelerimi paylaşmıştım sizlerle.


 


Bu sayıda ise bir haftalığına gittiğim Londra’da tanıdığım bir adamın yaşam öyküsünü anlatmak istiyorum. Benzerlerine ancak filmlerde gördüğümüz bu yaşam öyküsü bize bir kez daha hiçbir kurgulanmış sanat yapıtının gerçek yaşamdan daha çarpıcı olamayacağını, bizi etkileyen yazılı ya da görsel, her türden sanat yapıtının aslında yaşanmış öykülerin kopyaları olduğu gerçeğini bir kez daha anımsatıyor. İbn-i Sina’nın yüzyıllar önce dile getirdiği “Hiç bir sanat yapıtı gerçek hayatın kendisi kadar şaşırtıcı olamaz.” tümcesi bu tür öyküleri dinlediğimizde bir kez daha zihinlerimize çakılıyor.


 


Lisa, Londra’da yaşamakta ve 20’li yaşların güzelliğini üzerinde taşımaktadır. Pembe beyaz teni, deniz mavisi gözleri ve sarı bukleli saçlarıyla görenin bir kez daha dönüp baktığı bir genç kızdır. Kristof ise yakışıklı sayılabilecek, endamı yerinde, yirmili yaşların ortalarında bir delikanlıdır. Öykünün buraya kadar olan kısmında şaşırtıcı bir yan yok. Ne var ki, öykü, 2.Dünya Savaşında geçmektedir ve erkek kahramanımız da Polonyalı bir askerdir. İngiliz erkeklerin neredeyse tamamı askerdedir ve o yaşlardaki bir İngiliz genç kızın aşık olabileceği bir yurttaşı yoktur. Pek çok İngiliz kızı gibi Lisa da yabancı bir askere aşık olur. O dönem yaşanan aşkların bazıları da ne yazık ki uzun yıllar sürecek olan trajik öykülere zemindir. Lisa, aynen filmlerde olduğu gibi sokakta yürürken çantasını düşürür ve o sırada oradan geçmekte olan Kristof, çantayı alarak Lisa’ya uzatır. O anda doğar büyük aşk. Sonraki buluşmalarında ateş bacayı sarar ve kendilerini tutkulu bir aşkın koynunda bulurlar. Aylarca süren aşkın tam ortasında erkek aniden Polonya’ya geri çağrılır. Asker gittikten bir hafta sonra Lisa hamile olduğunu öğrenir. Dünya başına yıkılır. Çünkü askerin adres ve telefonunu bilmemektedir. Savaş yıllarının koşulları nedeniyle de gebeliği sonlandırma imkanı yoktur.


 


Lisa çaresiz, doğurmak zorunda kalır. Bob dünyaya gelir. Bob’un babasız geçen ilk yıllarının ardından Lisa’ya aşık olan Williams, babasız çocuğu kabullenir. Kabullenmekle de kalmayıp, Lisa’ya iyi bir eş ve Bob’a da iyi bir baba olur. Ne yazık ki geç gelen aile mutluluğu uzun sürmez ve yaklaşık 5 yıl kadar sonra Williams ve Lisa bir tren kazasında hayatlarını kaybederler. O feci kazanın ardından hem annesini hem de kendisine babalık eden Williams’ı kaybeden Bob’a anneanne bakar, büyütür. Bob, aldığı ortalama bir eğitimin ardından polis olur. Ortalama bir İngiliz vatandaşının sürdüğü bir hayat yaşar. Ortalama bir evlilik ve ardından yine mutsuzluk ve ayrılık. Çocuğu da olmayan Bob, yine çocukluk yıllarındaki yalnızlığına geri döner. Hayat O’na cömert davranmamıştır. Ne var ki gündelik hayatın içinde unutur gibi olduğu ve ama aslında hiçbir zaman peşini bırakmayan ve aklından çıkmayan geçmişi her alkol aldığında beyninde canlanır ve belli bir alkol düzeyinden sonra bazen acı bir şekilde gülerek, bazen de gözyaşlarına boğularak “Biliyor musunuz ben bir piçim….” diyerek o anda masada olan herkese acıklı öyküsünü anlatmaya koyulur.


 


Rahmetli İsmet İnönü’yü anmanın tam sırası. İkinci Dünya Savaşı yıllarında bir çocuğun “paşam aç bıraktınız bizi..” sözlerine İnönü şu cevabı verir. “Aç bıraktım, ama babasız bırakmadım..”


 


Sağlık ve sevgiyle kalın…