İki gün önce İstanbul’da sokağın ortasında bir kadın daha öldürüldü. Tıpkı bir ay önce Ankara’da sokağın ortasında öldüren diğer bir kadın gibi… Tıpkı yarın ya da öbür gün Van’da, Diyarbakır’da ya da Bursa’da öldürülecek diğer bir kadın gibi… Dövüldüm.
İki gün önce İstanbul’da sokağın ortasında bir kadın daha öldürüldü. Tıpkı bir ay önce Ankara’da sokağın ortasında öldüren diğer bir kadın gibi… Tıpkı yarın ya da öbür gün Van’da, Diyarbakır’da ya da Bursa’da öldürülecek diğer bir kadın gibi…
Dövüldüm. Hırpalandım. Yok edilmeye çalışıldım. Bıcaklandım, kurşunlandım, asıldım hatta yakıldım… Kadınlığımı yok ederseniz beni daha kolay yönetebileceğinizi sanıyorsunuz. Hepiniz!… Tek başınayım, hepiniz, üstüme çöktünüz. Ağırlığınız üstümde. Çok ağırsınız. Binlerce yıllık ağırlıktasınız. Babam, erkek kardeşim, kocam oğlum… Hepiniz.Buna seyirci kalan annem. Buna seyirci kalan teker teker hepiniz. Benim ezilmeme, yıpranmama göz yumdunuz. Karılarınızın, analarınızın, kardeşlerinizin ve kendinizin ezilmesini kabullendiğiniz gibi. Hepiniz…Ya siz, sizler…
Kadına şiddet dillere pelesenk olurken yapılan araştırmalar bu şiddetin sürekli arttığını gösterdiğine göre demek ki bir yerlerde çok büyük bir yanlış var. Bizler sorunları hep dışarlarda bir şeylere bağlamaya alışmışız, sorunların nedenleri hep ötekilerdir ve sorunları çözmek içinde başkaları gerekir. Ötekiler ve başkaları arasında dönüp dolaşırken hiç kendimize bakmayı akıl etmeyiz. Çözüm isteriz, sorumluluk istemeyiz, değişim isteriz, çaba göstermeyi istemeyiz, devrim isteriz ama maliyetini ödemeyi hiç mi hiç sevmeyiz…
Hep baskılar altındaydım, kımıldamama izin vermeyen baskılar. Ben değişmek istiyordum ama sistem izin vermiyordu. O kadar uzun yıllar kandırdım ki kendimi… Sistemin kurbanı ben… Tabii ki geleneklerinizin, göreneklerinizin, eğitimin ve sözlerinizin de payı var ama onları da beynime kazıyarak dünden bugüne, bugünden yarına taşıyan benim. Bir gün aynada gördüm ki sistem benmişim…
Peki sizler aynaya bakıyor musunuz? Aynaya bakınca neler görüyorsunuz. Zayıfladınız mı, şişmanladınız mı? Bacaklarınızda çatlaklar başladı mı, başlamadı mı? Göbeğiniz çıktı mı, çıkmadı mı? Memeleriniz sarktı mı, sarkmadı mı dışında aynada gerçekten bedeninize bakıyor musunuz? Pek çok kadın seks yapmasına rağmen, çocuk doğrumasına rağmen cinsel organına bakmamıştır. Baksa dahi görmemiştir. Ama bunu normal kabul eder. Onun bir bedeni vardır bir de cinsel organı ama bunların ayrı ayrı olmasına şaşırmaz. Bu onu düşündürmez bile… Tuhaf değil mi? Çünkü kadınların bedenleri kadınlara ait değildir. Kadınların bedenleri önce babalarına, sonra kocalarına ait olur. Ve kadınlar bunu kabul eder. Bütün hayatlarını bedensiz geçirmeyi normalleştirir. Bundan daha büyük bir şiddet olabilir mi? Olabilir!… Şiddetin şiddet olduğunu görememek, şiddeti normalleştirmek ve şiddeti algılamamak… Kadınlar bunu sorgulamaz… Sorgulamaya yanaşmaz çünkü zor gelir.
Herkesin bedenim üstünde söz söyleme hakkı var. Ama benim yok. Şehirde de yok, köyde de yok. Ailemin istemediği bir erkekle, kendi kararımla ilişki kurduğum için yok edilmeme hep birlikte karar veriyorlar. Daha acı olan annem de bu kararın içinde yer alıyor. En küçük erkek kardeşim görevlendiriliyor… Nereye kaçarsam kaçayım beni arıyacaklar, bulacaklar ve öldürecekler. Ve hepiniz, bunu sadece sessiz kalarak seyredeceksiniz. Töre cinayeti diyeceksiniz. Namus cinayeti diyeceksiniz. Erkekler kendi başıma da gelebilir endişesiyle anlayış gösterecekler. Ama ben yok olacağım. Sadece ve sadece bedenimi yaşamak istediğim için beni yok edeceksiniz. Oysa ki bu beden benim bedenim. Ne kocamın, ne babamın, ne erkek kardeşimin, ne hakimlerin, ne başbakanının ne de ilahi güclerin benim bedenim üzerinde söz söylemeye hakkı yoktur.
Kadınlar eğer bedenlerini geri alamazlarsa ne kadın olarak var olabilirler ne de birşeyleri değiştirebilirler. Bedenleriniz sizin olmadığı sürece sizler yoksunuz. Var olduğunuz sanrısıyla sanrılarda boğulursunuz.
Kadın bedenine çocukluğundan itibaren uygulanan şiddetin yoğunluğu algılanamazsa ötesiyle ilgili herhangi bir adım atmak mümkün değildir. Bedenlerinizi geri alamazsanız sadece ve sadece erkeklerin namusunun aracı olan bir mal olmaktan öteye geçemezsiniz. Kadınlara uygulanan şiddeti haklı göstermeye çalışan ve genç kızlığımızdan itibaren demoklesin kılıçı gibi başımızın üzerinde sallanan Namus kelimesinin nereden geldiğini hiç düşündünüz mü?
Namusun mu? Namusum mu? Erkeklerin namusunu sadece kadınlar belirliyor. Kadınların namusunu kim belirliyor? Namusum üzerinde benim hakkım ne?
Namus kelimesi Antik yunandaki “Namos” kelimesinden türetilmiştir. “Namos” kelimesinin kökünde yer alan “Nam” hecesi İngilizce’ye “Name” yani isim, Arapça’ya “Nam” yani “Unvan” olarak geçmiştir. Namusun kaybedilmesi aslında ismin değerini kaybetmekle özdeşleşmiştir. O dönemlerde erkeğe ait olduğu düşünülen kadının, ait olduğu erkek dışındaki bir başka erkek tarafından değerinin düşürülmesi, erkek için kesesindeki altının değerinin düşürülmesine eşdeğer görülmüştür. Namos; iktidar, hükümdarlık, yaygın düzendeki güç, kural, kanun demek, eril bir kelime.. Namosun kökü “nema”dan gelir. Nema da bir erkeğin sahip olduğu otlak alan ve o otlak alanın üstünde otlayan hayvanlar anlamına gelir.
Ve ne yazık ki kadınlar kavramlarla şiddete uğrarken, bunun farkında bile olmazlar. Sadece kavramlar değil bir de sözcükler vardır. Erkek eğemen kültürün silaha dönüştürdüğü küfürler… sözcükler… Normal kabul edilen, hoş görülen ama hep kadın bedeni üzerinden edilen küfürler… Küfür normalleşmiş, küfürdenilmiştir. Kimse ses çıkarmaz, kimse alınmaz, kimse kızmaz… Kadınlar yanlarında küfür edildiği her an şiddete uğrarken bunu önemsemez, küfrün şiddet olduğunu bile anlamak istemezler…
Cinselliğin dilinin oluşumunu anlamak için öncelikle küfrün oluşumunu anlamak gerekir. Cinselliğin doğal olarak yaşanabilmesi için dilin değişimi kaçınılmazdır. Sevgili beyler, şimdi sizlere çok basit bir sorum var. Sevişmek sizler için güzel bir eylem mi? Evet. Tabii… Peki bu kadar güzel bir eylemde kullandığınız organları ve sözcükleri, birinden nefret ettiğinizde, öfkelendiğinizde nasıl kullanıyorsunuz? Bunu hiç düşündünüz mü?
İkisi aynı şey değil ki! Canım küfür ederken o sözleri, o manada söylemiyoruz ki?Ama söylüyorsunuz ve söylediklerinizi duyuyorsunuz.
Ne kadar yaygınlaşırsa yaygınlaşsın. Ne kadar doğallaştırılmaya çalışılırsa çalışılsın. Küfür aslında erkeklerin sokaktaki egemenliğini belirlerken, küfrün şiddeti de egemenliğin şiddetini belirler. Bir erkek başka bir erkek üzerinde egemenlik kurmak istediğinde, onun anasının veya bacısının bedenini küfür malzemesi olarak kullanır. Bir erkek bir kadına küfrettiği zaman aslında o kadının bedenini ve cinselliğini kirletir. Bir kadın bir erkeğe küfrettiği zaman aslında erkek egemenliğine özenerek kendi bedenine yabancılaşır.
Bir gün olsun yanınızda küfür eden birisine tepki verdiniz mi? Ya da eşiniz sizin yanınızda küfür ettikten sonra onunla sevişmeyi redettiniz mi? Ne yazık ki şiddetin boyutlarının büyümesi aslında küçük küçük adımlarla işlenir ve kadınlar kimi zaman bu adımları fark bile etmez.
Kadınlar korkularını çok iyi anlayabiliyorum ancak korkunun üzerine gidilmediği sürece bu korkunun sizi yok ettiğini de biliyorum. Kadınlar mücadele etmemeyi seçtikleri sürece, kadınlar kendi rahatları için kendilerinden bile vazgeçmeyi göze aldıkları sürece şiddete uğrayacaklardır çünkü kadınlar kabul ederek, görmezden gelerek aslında kendi kendilerine de şiddet uygulamaktadırlar.
Bütün hayatım ahlaklı olmak için çabalamakla geçti. Ahlaklı genç kız, ahlaklı kadın, ahlaklı eş, ahlaklı anne… Ahlaklı oldum mu, olmadım mı, artık umurumda değil. Çünkü anladım ki, sizin ahlakınız temelde nasıl olmam ya da olmamamla yani ideallerle ilgileniyor. Yıllar yılları kovalarken, ben ahlaklı olmak için çabalarken, gördüm ki hiç ideal olamıyorum, gördüm ki hep kınanmayı hak ediyorum. Sonunda anladım ahlak ancak kınama ile var olabilir. Ben kınanmayı kabul etmiyorum.
Kadınlar için kabul etmiyorum. Hayır. İstemiyorum demek hep çok zordur. Çünkü hep başkaları ne düşünür, başkaları ne der üzerine kurulur yaşamları. Bu başkaları sizi siz olmaktan çıkartırken, bu başkaları size sizi unuttururken, başkaları tarafından onaylanmak, başkaları tarafından alkışlanmak, başkaları tarafından sevilmek için kendilerini unutan kadınlar idealleştirilir. Kocası için yaşar, çocukları için yaşar, malı lar ve meli ler öylesine kaplar ki etrafını bir süre sonra ipleri başkasının elinde olan kuklara döner ama ne yazık ki farkında bile olamazlar. Olmamayı seçerler… Çünkü kadınlar kendileri için değil başkaları için yaşarlarsa eğer takdir edilirler. Peki ama bu şiddet değil midir? Neden hep kadınların kendilerini vakfetmeleri beklenir. Ve neden ona zorla dayatılan rolleri red eden kadınların hem erkekler hem de kadınlar tarafından yargılanması normal kabul edilir.?…
Korkularınızla giydiremeyeceksiniz beni. Bugüne dek hep onlarla sarmalanmış, sıkışmış yaşadım. Hep gerekenleri yaparak, hep ezik, hep sizlere göre biçim alan. Evcilleştirdiniz beni. Eğip, büküp, yargılayarak. Eğittiniz beni, beni benden uzaklaştırarak. Dışlanmaktan öyle korktum ki, korkum yok etti beni. Sessizce yaşadım aranızda, düzenli nefes alışlarımla. Nefes aldım, nefes verdim hiçbir şey kalmadı geride… Yeter artık yordunuz beni.
Kadınların “gibi”li değil, kadın olarak var olabilmeleri için bedenleri ile bütünleşmiş cinselliklerini doğal olarak yaşamaları kaçınılmazdır. Kadınlar ancak tenleri acımadan, tenleri ile bütünleşmiş beyinleriyle iletişime girerlerse kadın olarak varolabilirler. Var olmak aynı zamanda birey olmayı da gerektirir. Bireyin var olabilmesi içinse maskelerden sıyrılması ve soyunması şarttır. Çıplaksanız maskeler takamazsınız, oysa toplumun maskelere ihtiyacı vardır. Ne yazık ki kadınlar sosyalleştikçe, eğitildikçe ve şartlandıkça doğallıktan uzaklaşmakta ve sosyo-kültürel giysiler giydirilmekte ve hatta örtünmektedirler. Bu örtüleri çıkartılmadığı sürece kadın olarak gerçekten var olabilmekten söz etmek mümkün değildir.
Kadın olarak beynimizle, bedenimizle, kimyamızla ve kromozomlarımızla içgüdüsel ve sosyal yaklaşımımızla, doğamıza uygun var oluşumuzu tanımlamadığımız sürece bize roller biçilecek ve bu roller beraberinde şiddeti de getirecektir. Kadın olarak var olabilmenin yolu, tüm önyargılardan arınarak bedenin bütünlüğünü, doğallıkla tanıyabilmekten geçer. Sanırım bunun ilk adımı aynanın karşısında çırılçıplak durabilmek ve kendimize bakabilmekle başlar.
İyileşmeyen yaralar kabuk bağlamaz bilir misiniz? Kabuk bağlar gibi görünür ama içten içe kanamaya devam eder. İçe kanayan yaralar istemiyorum artık. Yeter diyorum duyuyor musunuz, aile, ahlak, sevgi, toplum gibi değerleri kutsayarak işinize gelmeyen gerçekleri saklamanıza izin vermeyeceğim. Sahtekarsınız, acımasızsınız, ahlaksızlığı ahlak diye giymiş korkaklarsınız. Ve bizler anne-babalarımızın değil, korkuların çocuklarıyız. Korkuların ve kan bağlarının, kanlı bekçilerinin çocukları… Yeter diyorum, duysanız da duymasınız da ben haykırmaya devam edeceğim. Yeter tenimi acıtmayın…
“Gerçek olan ne kadar bastırılırsa, gerçek olmayan o oranda dayatılabilir!..” Şiddet bir zincirdir ve bu zincirin ilk halkası ne yazık ki genelde ailede başlar. Çocukların aile içinde maruz kaldıkları cinsel taciz ve tecavüzler yok sayılarak pek çok çocuğun önce çocuk olma, sonra da kadın ve erkek olma hakları ellerinden alınmaktadır. Çocukluğunda cinsel travma yaşayanların, kadın veya erkek olarak var olabilme olasılıkları çok düşüktür. Çocuklukta yaşananlar hatırlanmasa bile, ne yazık ki bedenin hafızası yaşananları unutmayacaktır. Yaşadığı travmadan sonra o çocuğun yaşamını artık kendisi, duyguları, bedeninin doğal istekleri değil, korkuları yönlendirecektir. Bu korku özellikle kadınlarda çoğu zaman bedenine yabancılaşmayı, bedenden ayrışmayı ve ardından da kendilik nefretini beraberinde getirecektir.
Bedenimizi yok sayarak bu dünyada bulunabiliriz ancak var olabilmek için bedenimizle bütünleşmiş olmak kaçınılmazdır. Oysa travma yaşayan çocuk hem korkularıyla yaşamayı öğrenmek zorunda kalır, hem de tüm yaşamını korkularla geçirir. Bu çocuklar büyüyüp anne-baba oldukları zaman da kendi çocuklarını edindikleri korkularla büyütürler ve sonuçta anneler-babalar çocukları değil, korkular korkuları büyütmüş olur.
Gerçeklerin çirkin yüzüyle, onları yok sayarak değil, ancak onları görerek yüzleşebileceğimizi düşünüyorum. Bizler eğer bireysel olarak bu gerçeği kabul edip, bunun tartışmaya açılması için bir şeyler yapmazsak; ensest, çocuk taciz ve tecavüzleri artacak ve toplumumuz hiçbir zaman cinsel kimlikleriyle bütünleşmiş, var olabilme cesaretini gösterecek kadınlar ve erkeklerden oluşamayacak ve şiddet şiddeti doğurmaya devam edecektir.
Çok karanlık. Midem bulanıyor. hatırlamak istemiyorum… Ben ödevlerimi yaptım, bebeklerimle oynamak istiyorum. Kadınlı erkekli misafirler evin arka bahçesinde gülüşüyorlar… Bebeğimle oynamak için, onu kutusundan çıkardım. Odamın kapısından giren adam, kumral, iri yarı… Küçük odamın içindeki büyük adamın yüzüne yapışan gülümseme… Sırıtışını çok net hatırlıyorum ama adamın yüzü… yatağımın üstüne oturdu, sanki benim odama daha önce gelmiş gibi… Yüzümü okşuyordu. Öylece kalmıştım. Korkudan donmuş… Korkuyordum ama sesim içime kaçmıştı. Kımıldayamamıştım. Bağırsana diyordu içim, herkes bahçede bağırsana… Dudaklarım birbirine yapışmıştı… Adam beni kucağına oturttu. Eli eteğimin altından kilotuma, oradan da, bacak arama girdi… Hiç sesim çıkmıyor. Herkes bahçede… Niye kimse merak edip içeriye gelmiyor… Direnemiyordum, korkuyordum ama kaçamıyordum. Kaçsana… Kaçamıyorum. Bağırsana… Bağıramıyorum.
Pantolonundan beyaz, kaygan, sert, uzun parmak fırlamış, eteğimin altından sürtünüyor. Sert başparmak… Sürtünüyor.. Odayı kaplayan, boğulduğum hırıltılar, bacağıma bulaşan ıslak yapışkanlar…
Adam gözlerimin içine çok kötü baktı… göz yaşlarım içime kaçtı… Bağırmadım, ağlamadım. Hiçbir şey olmamış gibi… her gece rüyalarıma giren, o beyaz kaygan şey ve sessizlikle eşdeğer bir korkunun benim parçam olması dışında. Hiçbir şey olmuş muydu? O gün atamadığım çığlığı yıllardır sessiz sessiz atsam da, kimselere duyuramadığım gerçeği dışında, hiçbir şey olmuş muydu? Herkes bahçedeyken… Karanlık olmadığı halde neden hep karanlık kaldı gözlerimde…
Bu küçük kızın gerçek hikayesini dinlerken bedelini hiç düşündünüz mü? Bu hikayenin 26 adam tarafından tecavüze uğrayan küçük kızın hikayesinden hiç farkı yok aslında… Daha küçük yaşlarından itibaren aileleri yada güvendikleri büyükleri tarafından kandırılan, kullanılan çocuk bedenleri… Ve buna karşı çıkmayan koca koca adamlar, koca koca hakimler, koca koca avukatlar ve ne yazık ki koca koca kadınlar… Şiddet böyle birşey değil mi?..
Kitaplar okuyorsunuz rafları dolduran. Cümleler ezberliyorsunuz yaşamı anlatan. Bilgilere sığınıyorsunuz varlığınızı ispatlayan. Giysilerinizi bedenlerinize tercih ediyorsunuz. Saklanan adamlar ve kadınlar oluyorsunuz büyük büyük laflarda boğulan, başkalarına acıyorsunuz, acınacak halde olduğunuzun farkına varmadan. Karmaşık tanımlarla bedenlerinden bağımsız, yaşadığını sanan zavallılarsınız. Ama zaten yoksunuz.
Yumurtalıkların içi hizmet meraklısı kız çocuklarla dolu sanki. Neden diye sormaktan korkan, aynaya bakarken sivilce sıkan, kadınlığı doksan altmış doksan sanan, bedeniyle ilişkisi selüloit ile doğru orantılı olan. Deneyim ezberleyen, acılarından ders aldığını savunan aldanışlara köle kadınlar ve adamlar. Karanlık yüzlerini görmekten korkan masalsı hayatlarsınız.
Çırpınan umutlar var görüyorum. Çırpınan umutlar her nefesinde, ama bir türlü dile gelemeyen sözcüklerde. Yargılanmaktan, dışlanmaktan, namus uğruna öldürülmekten, cadı diye yakılmaktan korktuğu için susturulmuş çığlıklar… Çıplaklığı kalmamış ama ısrarla örtülerin altına sokulan kadınlar. İktidar uğruna bacaklarının arasından çıkamayan erkekler. Ayağı toprağa değmeyen bebekler var, çırılçıplak doğup da bezlere sarılan, öğütlerle korkularla yoğrulan, bedenlerinden utanmayı öğrenen bebekler… Büyüdüğünde adam ve kadın olduğu sanrısıyla yaşayan. Öğütlerle dolu ıslanmayı bilmeyen dudaklar… Kirli bakışları sessizliği kirleten kör gözler… Dokunmayı bilmeyen hoyrat parmaklar… Kalabalıklarsınız, iktidar çığlıklarıyla sürekli baltaları bileyen.
Ama zaten yoksunuz.
Ben kadınlığın doğal olarak bana verdiği şefkat duygusunu erkek egemen sistemin iktidar ve çıkar kavramlarıyla kirletmedim o nedenle de başka kadınların yaşadığı tüm acıları algılayabiliyorum, hissedebiliyorum ve onları yok saymam mümkün değil. Ben hem bir kadın hem de bir anneyim o nedenle de tüm kadınların yaşadıklarının benim hem bedenimde, hem yüreğimde hem de duygularımda somut karşılıkları var. Ben bir kadınım, doğurduğum çocuğun erkek egemen zihniyetin kavramları adına savaşması ve ölmesini kabul etmem mümkün değil. Başka anaların da dünyaya getirdiği çocukların öldürülmesi bende aynı öfkeyi yaratır.
Ben bir kadınım, yaşamın içindeki tüm acıları kabul edecek kadar güçlüyüm. Acıları yok sayarak değil onları kabul ederek ancak yaşamın gerçekliğini kucaklayacağımı bilirim. Ben bir kadınım ve tüm kadınların kadın olarak var olabildiği zaman “hayır” diyeceklerini ve direneceklerini biliyorum. O nedenle de yazıyorum, o nedenle de yazmaya devam edeceğim o nedenle direniyorum, o nedenle de direnmeye devam edeceğim. Ben bir kadınım. Erkek egemen zihniyetin kadınlığımı elimden almasına izin vermeyeceğim.
Biliyorum ki kadınlar kadın olamadığı sürece dünyanın hiçbir yerinde erkeklerin erkek olabilmesi mümkün değildir. Ve ben erkek egemen zihniyetin kavramlarla karma karışık ettiği, şiddeti ve nefreti beslediği böyle bir dünyada yaşamayı kabul etmiyorum. Erkek egemen zihniyetin bana vaat ettiği cenneti değil şu anda bu bedenimle var olduğum gerçek dünyadaki cenneti istiyorum.
Kadınların ve erkeklerin doğal cinsel kimlikleri ile farklılıklarının farkında olarak yaşayacakları keyifli bir dünyanın oluşmasının mümkün olduğunu biliyorum. Bunun için de dünyayı bu yönde değiştirmek için mücadele etmekte kararlıyım. Ve tüm kadınları baş kaldırmaya ve erkek egemen zihniyetin bize dayattığı kavramları reddetmeye çağırıyorum.