Gelin kaynana çekişmesi yıllardır yazılıp  çizilen konulardandır. Çoğu kez gündelik hayatımızda karşılaştığımız ve tanık olduğumuz bu gerçeklik, zaman zaman televizyonda yer alan dizilerde de  karşımıza çıkar.


 


 


Gelin kaynana çekişmesi yıllardır yazılıp  çizilen konulardandır. Çoğu kez gündelik hayatımızda karşılaştığımız ve tanık olduğumuz bu gerçeklik, zaman zaman televizyonda yer alan dizilerde de  karşımıza çıkar. Yaşadığımız yerin coğrafi durumuna göre farklılık gösteren bu gerçeklik, bazen öyle bir zamanda karşımıza çıkar ki, şaşkınlık içinde izleriz ya da dinleriz.  Dizilerde, ama özellikle Doğu Anadolu Bölgemizde çekilen dizilerde izlediğimiz bazı gelin-kaynana ilişkileri yurdumuzun özellikle Batısında yaşayan TV başındaki pek çok insana “Yok artık, bu kadarı da olmaz, olamaz herhalde…” dedirtir. Ama o kadar da olduğunu bir kez daha birinci ağızdan dinledim.


 


Geçtiğimiz günlerde görevli olarak günü  birlik İstanbul’a gittim. Uçağın gidiş saati sabah erken saatlerde, görevim ise öğle saatlerindeydi. Arada kalan zaman diliminde bir İstanbul klasiği yapmak istedim ve uzunca zamandır gitmediğim Beyoğlu’na gittim. Aç değildim ama canım fena halde çay içmek istiyordu. Ancak ne var ki  sigara gibi kötü bir alışkanlığım vardı ve o nedenle de çayı dışarda içmem gerekiyordu. Bir kitapçıya girip uzun süre kitaplara baktıktan ve alışveriş yaptıktan  sonra kasadaki hanıma derdimi anlattım. Bir üst ara sokakta dışarda çay içebileceğim yerler bulabileceğimi söyledi. Gerçekten de buldum öyle bir yer. İki delikanlı mekanın önünde, dışarda çay içiyorlar ve keyifle sigaralarını tüttürüyorlardı. Çay ve nargile içilen bir yerdi. Ama şehrin yeni yeni uyanmaya başladığı sabahın o saatinde in cin top oynuyordu. İki delikanlı da güne hazırlanıyor ve bu arada kendilerine mola vermiş, çaylarını yudumluyorlardı. Yaklaştım ve çay içip içemeyeceğimi sordum. Anadolu insanının konukseverliği ile, “Buyur abla, var.” dediler ve oturdukları taburelerden birini bana verdiler ve içeri gidip çay getirdiler. Son zamanlarda içtiğim en lezzetli çay idi. Üçümüz çayımızı içip sigaralarımızı tüttürürken bir sohbet başladı. Gençlerden biri Diyarbakırlı, diğeri de Suriyeli idi. Suriyeli olanın Türkçesi pek iyi değildi. Ama anlamaya çalışıyor ve arkadaşı da O’na yardım ediyordu. Eminim O’nun öyküsü ayrıca dinlemeye değerdi. Ama o kadar zamanım yoktu ne yazık ki.


 


Sohbet ilerledikçe Diyarbakırlı olan gencin eğitime ve okuyan insanlara karşı olan ilgisi beni çok çekmişti. O nedenle daha da yakınlaştı ve derinleşti konuşmamız.  Sohbet ilerledikçe ve gencin anlattıklarını dinledikçe TV dizisi izliyor hissine kapılmamak mümkün değildi. Genç, 8 kardeş olduğunu, ikisini kendisinin okuttuğunu söyledikten sonra sıra anne ve babasına gelmişti. Anne babası sağdı ve Diyarbakır’ın bir köyünde yaşıyorlardı. Babaannesi halen anne-babasıyla birlikte kalıyordu. Yani benden birkaç yaş büyük olan annesi, halen kayınvalidesi (ya da Anadolu’daki deyişle kaynanasıyla) birlikte yaşıyordu. İşte bu konu açıldığında ve babaannesinin annesine yaptıklarını işittiğimde kendimi gülmekten alıkoyamadım ve aynen bir TV dizisi izler ruh halinde yakaladım kendimi. Babaannesi kendi kayınvalidesinin yaptıklarının iki mislini şimdi de gelinine yapıyor ve deyim yerindeyse gencin annesine kan kusturuyordu. Annesi ise yaşadıklarının ve kayınvalidesinin kendisine yaşattıklarının kader olduğunu düşünüp katlanıyordu. Ama arada bir İstanbul’daki oğluyla yaptıkları telefon görüşmelerinde yaşadıklarını anlatıyor ve biraz olsun rahatlıyordu. Zaman zaman da oğluna, yaşadığı bu ortamdan sadece O’nun kurtarabileceğini ve bir an önce oğlunun kendisini yanına almasını istediğini söylemeden de edemiyordu. İbn-i Sina’nın 1500’lü yıllarda söylediği sözü bir kez daha anmanın sırası: “Hiçbir sanat yapıtı gerçek yaşam kadar etkileyici değildir.”


Sağlık ve sevgiyle kalın.





Prof.Dr., Ege Üniversitesi, İletişim Fakültesi, Radyo, TV bölümü