O’nu tanıdığımda 40’lı yaşların başındaydı. Aydınlık yüzü, insanın içini ışıtıyordu.
O’nu tanıdığımda 40’lı yaşların başındaydı. Aydınlık yüzü, insanın içini ışıtıyordu. Diğer pek çok kadından farkını fark etmemek mümkün değildi. Kendisi gibi eşinin de ikinci evliliği idi.
İkisinin de ilk evliliklerinden birer kızları vardı. Kadının kızı uzak diyarlarda Üniversitede okuyor, tatillerde yanlarına geliyor, eşinin kızı ise annesiyle yaşıyordu. Her ikisi de büyük kentteki işlerinden genç sayılabilecek yaşta emekli olmuşlar ve şirin bir Ege köyüne yerleşmeye karar vermişlerdi. Oradan bir arsa satın alıp, çok hoş bir taş ev inşa etmişler ve gönüllerince döşemişlerdi. Eşi spor ve siyasetle de ilgileniyor ve bazı sivil toplum kuruluşlarında çalışıyor, kendisi de köyde yerel ürünler satan küçük bir dükkan çalıştırıyor, bazı çevreci derneklerde faaliyetlerini sürdürüyordu. Her ikisi de çok mutlu görünüyordu.
Büyük kentin kargaşasından sonra köye yerleşmek iyi gelmiş gibiydi onlara. İlk tanıdığım zamanlarda köye yerleşeli henüz üç-beş sene olmuştu. Kadın da erkek de huzur ve mutluluğu birbirlerinde ve köyde yakalamış gibiydiler. Ne var ki aradan geçen iki yıl sonra tekrar köye gittiğimde kadının yüzü ve gözleri ışıltısını yitirmiş gibiydi. Biraz sohbet ettikten sonra dayanamadım sordum. O güzel ve mutlu görünen kadın ağlamaya başladı. Eşiyle ne kadar mutsuz olduğunu anlatmaya başladı. Ne kadar duyarsız ve ilgisiz olduğunu, evin içinde adeta iki yabancı gibi yaşadıklarını anlatırken gözyaşlarına hakim olamıyordu. Birkaç yıl önce tanıdığım o mutlu kadın gitmiş, yerine çok farklı, mutsuz bir kadın gelmişti.
İnsan sevdiklerini mutsuz görmeye dayanamıyor. Ben çok üzülmüş ve ne diyeceğimi bilemez bir halde sadece sarılıyor ve ellerini tutuyordum. Ne düşündüğünü, ne yapmak istediğini sorduğumda ise, artık bittiğini, uzak diyarlardaki kızının yanına gideceğini söyledi. Eşine de bir süre düşünmesi için zaman vereceğini ilave etti. Bu konuda umutsuz olduğunu da sözlerine ilave etti. Aklım orada kalarak ayrıldım yanından.
Aradan birkaç hafta geçtikten sonra telefon ettiğimde kızının yanından geldiğini ve köyde olduğunu söyledi. Alacağım cevabın farklı olacağını düşünerek eşinin tavrını sordum. Ben de, eşi O yokken düşündü, taşındı ve yanlışlarının, eksiklerinin farkına vardı ve böylece orta yol bularak uzlaşmaya vardılar diye düşündüm. Ancak aldığım cevap aslında günümüzde yürütülmeye çalışılan evliliklerin neden nasıl devam ettiğini de cevaplayan bir cümle idi. “Çok düşündüm” dedi. “Bunca düzen kurduk ve ikimiz de bu köyü ve bu evi seviyoruz. İkimiz de ne bu köyden ne de bu evden vaz geçemeyiz. O zaman ister kardeş ülke modunda, ister aynı evin içinde iki yabancı, birlikte yaşamaya devam etmek zorundayız.”
O an ne diyeceğimi bilemedim, bir yanım arkadaşımın eşinden ayrılmayacağı kararına sevinirken, öte yandan asi ve özgürlükçü ruhum isyan ediyordu. Nasıl olur da insan fiziki koşullardan dolayı ruhunun mutlu olmasından vaz geçebilirdi? Aklım bir türlü almıyordu. Telefonu kapattıktan sonra uzunca bir süre elimde telefon, öylece kalakaldım. Kalbimizi ve ruhumuzu özgürleştirmek ve huzura kavuşturmak çok kolay değildi ve bunun için pek çok bedel ödemek gerekiyordu.
Ege’de bir deyiş vardır: “Hem pencere kenarı hem bir lira…” olmuyordu yani…Ne yazık ki hayat bize hep seçimleri dayatmıyor muydu?
Yıllar önce Güney Afrika’nın özgürlük mücadelesini anlatan bir filmde, özgürlük savaşı kazanıldıktan sonra başroldeki karakterin sözleri geldi aklıma. “Özgürlük savaşını kazanmak için mücadele etmek gerekir, ancak esas mücadele bu savaşı kazandıktan sonra başlar.” Ne demeli, belli ki arkadaşım bunu öngörmüştü.
Sağlık ve sevgiyle kalın.