Yıllar yılları kovaladıkça, tecrübeler birbirini çoğalttıkça; beklentiler, kabuslar, yaşananlar biriktikçe ne kadar çok sanrılarla ve sanrılarda yaşadığımı anladım… Anlamak ilk adımdı ve itiraf etmek gerekirse oldukça acı vericiydi sonra yüzleşmek, yargılamadan kabul etmek, affetmek, aslında hiçbir şey bilmediğin gerçeğiyle yaşamaya cesaret etmek… Ve bir sabah yüreğini temizleyen o rüzgarın esintisiyle uyanmak… Anladıkça ne kadar çok şeyi anlamadığımı, anladıkça gerçek sandığım pek çok şeyin aslında benim yargılarımdan, benim inanmak istememden, benim farzettiklerimden başka birşey olmadığını görmenin şaşkınlığı… Meğer ben en yakınım olduğuna inandığım insanları bile tanımıyormuşum, meğer ben her şeyden çok sevdiğim insanlara bile yabancıymışım… Görmeden, sanrılarımın yarattığı o kocaman balonumun içinde oradan oraya savrulurken , ayaklarımın çok sağlam yere bastığı rüyasında uyuyor muşum… Balonu yaratmak, sonra da onun içinden yaşamak için kendini ve yaşamı bildiğine inanmak yetiyormuş… Bir kere inandın mı, balon şişmeye ve seni içine almaya başlıyormuş sen hiç farkında olmadan. Bir kere bindin mi o balona sonrası şişmece, şişirmece… Balon öylesine uyuşturmuş ki ne sırtımdaki ağırlığın, ne her dakika yok oluşumun, ne de kendimi unuttuğumun bile ayrımında olmadan havalarda savrulup durmuşum… Kendim sandığım kişinin bile kendim olmadığının ayrımına varamadan.
Yıllar yılları kovaladıkça, tecrübeler birbirini çoğalttıkça; beklentiler, kabuslar, yaşananlar biriktikçe
ne kadar çok sanrılarla ve sanrılarda yaşadığımı anladım…
Anlamak ilk adımdı ve itiraf etmek gerekirse oldukça acı
vericiydi sonra yüzleşmek, yargılamadan
kabul etmek, affetmek, aslında hiçbir şey bilmediğin gerçeğiyle yaşamaya
cesaret etmek… Ve bir sabah yüreğini temizleyen o rüzgarın esintisiyle uyanmak…
Anladıkça ne kadar çok şeyi anlamadığımı, anladıkça gerçek
sandığım pek çok şeyin aslında benim yargılarımdan, benim inanmak istememden,
benim farzettiklerimden başka birşey olmadığını görmenin şaşkınlığı… Meğer ben
en yakınım olduğuna inandığım insanları bile tanımıyormuşum, meğer ben her
şeyden çok sevdiğim insanlara bile
yabancıymışım… Görmeden, sanrılarımın yarattığı o kocaman balonumun içinde
oradan oraya savrulurken , ayaklarımın çok sağlam yere bastığı rüyasında uyuyor
muşum… Balonu yaratmak, sonra da onun içinden
yaşamak için kendini ve yaşamı bildiğine inanmak yetiyormuş… Bir kere
inandın mı, balon şişmeye ve seni içine almaya başlıyormuş sen hiç farkında
olmadan. Bir kere bindin mi o balona sonrası şişmece, şişirmece… Balon öylesine
uyuşturmuş ki ne sırtımdaki ağırlığın, ne her dakika yok oluşumun, ne de kendimi
unuttuğumun bile ayrımında olmadan
havalarda savrulup durmuşum… Kendim sandığım kişinin bile kendim
olmadığının ayrımına varamadan.
Ve bir gün balonum patladı… Balonda olduğumun bile farkında
olmayınca patlama çok sarsıcı oldu. Balon patladı mı, fena çakılıyormuşsun
yere. Hani neredeyse ruhunda kırılmadık köşe, içe kanamayan bir kısım
kalmıyormuş… Paramparça olan bedenime mi üzülsem, paramparça olan benliğimin bir
sanrı olduğu gerçeğine mi üzülsem, geçen yıllara mı, cin gibi bakan gözlerimin
aslında kör oluşuna mı? Zehir gibi aklımın kurduğu tuzaklara mı?...
Balon bir kez patladı mı çakıldığın yerde kala kalıyorsun
kırıklıkların ve yaralarınla… İşte o zaman duruyor zaman bir yol ayrımında.
Önce kısa yolu seçtim yok olmak ve kendimi yok etmek… Zaten hiç var olmamıştım
ki, yok olmak beni hiç korkutmadı ama olmadı, olamadı. İlk tokat o zaman
yüzümde patladı. Yaşamımı sonlandırmak bile benim seçimim olamıyordu o zaman,
yaşamın bana sunduğu planı kabul etmek belki de anahtardı. Yaşama ve doğaya
bırakmak bırakmak, kenedimi kendimden kurtarmak…
Yazıldığı kadar kolay olmuyor anladıklarını yaşama
evirmek. O nedenle de bir süre “Kurban olma” hapisanesinin duvarlarına
çarpıp durdum. Duvarlar kalın, ses
geçirmezdi. Ancak tuhaf bir yankı vardı içerde.
Sürekli yankılanan sesler ve sesim… 'Kurban olma’yı seçtiğimi fark etmek yeni bir şok dalgası yarattı
benliğimde… Kurban olmak, suçlamak, suçlamanın rahatlığında yargılamak,
yargıladıkça bilenmek, bilendikçe suçlamak… Yaşıyor olmanın sorumluluğundan
uzak, yaşamıyor olmayı seçebilmek… Ve anladım ki kurban olmak değildi önemli
olan. Hepimiz bir şekilde, bir şeylerin kurbanı değil miydik? Önemli olan olanlara rağmen, yaşadıklarımıza, bize yaşatılanlara
rağmen kendimize sahip çıkmak değil miydi? Kendimizi anlamak, kendimizi kabul
etmek… Kendimizi kendimiz sandığımız şeyden kurtarmak…
Kurban olmaktan, kendine acımaktan, başkalarını suçlamaktan
vazgeçince bir anda boşlukta kalıyormuş insan… Büyük derin bir boşluk… Yaşamımı
bu kezde o boşluktan izlemeyi öğrendim. Yargılamadan, her anı kabul ederek, her
anın bana söylediğini duymaya çalışarak… Benim dünyamı ben yaratıyordum ve
sorumluluk almak demek aslında çoğumuzun o balonun içinde yaşadığını görmek,
balonları suçlamanın anlamsızlığıyla yüzleşmek, hepimiz aynı yalnızlıktan ve
kaybolmuşluktan geliyorduk… Kaybolmuş
ruhların arenasında olduğumu, benim de kaybolduğumu yargılamadan gözlemlemek ve
kabul etmekti yaşamamın, kendimin sorumluluğumu almak. Ne yaşanırsa yaşansın
aslında suçlayacak kimse yoktu. Boşluk içime yerleştikçe içimdeki ağırlığın
hafiflemesi…
Ve affetmek, önce kendimi sonra hayatıma giren herkesi, bana
yaptıklar rağmen, acılarıma, ihanetlere, yalanlara, zorluklara, ikiyüzlülüklere
rağmen affetmek. Karşıma çıkan herkesi, herşeyi, geçmişte yaşanılan her saniyeyi
affetmek… Ve geçmişimi affederek temizlemek…
Artık herşeyin bende başlayıp bende bittiğini biliyorum. Benim
için sorumluluk almak demek yaşadığım her anı benim yarattığımı kabul etmek
oldu. Başıma gelenleri değiştirmenin bir yolu yoktu ama onları affederek
sıfırlamayı öğrendim. Ve yaşadığım her yeni an için minnettar olmayı, yaşama
güvenmeyi olan herşeyi yargılamadan kabul edebilmeyi…
Olmuşsa vardır bir sebebi, oluyorsa olması gerektiği içindir.
Artık kim olduğumu bilmiyorum, her gün yine yeniden kim olduğumu keşfetmeye
çalışıyorum.
Artık yaşamı tanımlamayı bıraktım, nasıl yaşanması gerektiğine
dair büyük büyük sözleri de. Anladım ki ben sadece kendimden sorumluyum.
Kimseye yardım etmem, kimseyi düzeltmem, kimsenin acılarını dindirmem
gerekmiyormuş… Herkes kendi yolunu kendisi bulmak zorundaymış… Düşe kalka, yara
bere içinde bile olsa çünkü diğer türlü asla öğrenilmiyormuş yaşamın anlamı…
Bir zamanlar dünyayı değiştirmek istiyordum ve dünyanın değişebileceğine tüm samimiyetimle inanıyordum. Şimdi anladım
ki dünya tamda olması gerektiği gibi ama değişmesi gereken benmişim…
Artık her gün sadece o güne konsantre olmayı öğreniyorum. O
günün güzellikleri kadar acılarına da kucak açarak… Ve sanırım ilk defa neşe
içinde büyümeyi deneyimliyorum… Kendimi, yaşamı, sevgiyi keşfederek…