Bir süredir Galler’in ortasında küçük bir kasabada yaşıyorum. Burada yaşamanın en güzel tarafı kapımın Wye nehrinin kıyısında bulunuyor olmam.

Bir süredir Galler’in ortasında küçük bir kasaba’da yaşıyorum. Adı kasaba ama aslında küçük bir köy… Burada yaşamanın en güzel tarafı kapımın önünden tam bir dakika sonra Wye nehrinin kıyısında buluyorum kendimi. Wye Nehri 2010 yılında Britinya’nın en gözde nehri şeçildi. Britinya’nın en doğal nehirlerinden biri olan Wye, Galler’in ortasındaki dağlardan yükselip, 150 mil güneye doğru ilerleyerek Galler ve İngiltere sınırının bir parçası olur. Etrafı tamamen yeşilliklerle çevrili bu nehir benim yaşadığım kasabının tam ortasından geçiyor. 

Saatlerce nehrin kenarında yürümek, su çok soğuk olduğu halde bazen nehire dalıp çıkmak, yada nehrin bazı kısımlarını kaplayan kayalıklarda oturma şansını bulmak bana her gün ne kadar şanslı olduğumu hatırlatıyor. Kabus dolu günlerimde inanmakta zorlandığım “bazen hayatımızda başımıza gelen korkunç kötü olaylar, bizi başımıza gelecek en iyi şeylere gidecek yola iterler” sözünün doğruluğuna da yaşayarak şahit oldum. O nedenle de yaşadığım o kötü günleri yaratanlara artık ne kızgın nede kırgınım...

Nehrin kenarında öylece otururken aslında yaşamak için ne kadar az şeye ihtiyacım olduğunu anlıyorum. Kendimi güvende hissedeceğim  bir ev, karnımı doyuracak kadar  yiyecek, ve beni sıcak yada serin tutacak giysiler… Oysa hayatın içinde özellikle de büyük şehir hayatının koşturmacası ve yarışında ne kadar çok şeye ihtiyac duyuyordum. Hiç bir şey yetmiyordu sanki… Giysiler, giysiler, giysiler…  Ayakkabılar, çantalar, takılar… Yiyecekler, yiyecekler, yiyecekler… İçecekler, içecekler, içecekler… Dolaplar, çekmeceler, yüklükler… Etrafım eşyalarla sarıp sarmalandıkça sanki ihtiyaclarında onlarla birlikte artıyordu, azalması gerekirken…

Nehrin kenarında öylece oturuken artık anlamakta zorlanıyorum eski yaşantımı, yargılarımı, nefretlerim, dedikoduları, olmalı ve olmamalıllarla örülmüş o tutsaklık ağını… Nasıl kolayca kapılıp gittiğimi o döngüye… 

Nehrin kenarında yürürken saatlerce sürekli şükrediyorum bu dinliğini yaşayabildiğim için, hayatımı her geçen gün biraz daha basitleştirebildiğim için… Basitlik sadece neye sahip olduğum yada olmadığımla değil hayatı nasıl yorumladığımla, beklentilerimle de  da çok ilgiliymiş. Basitleştikçe başkalarının gölgeleri, sözleri ve yargıları da diğer ağırlıklarla yok oluyor ve beklentilerim azaldıkça, iç huzurum sarıp sarmalıyor beni… 

Nehrin kenarında yürürken saatlerce bu yabancı ülkede, bu yabancı kasabada kendimi ne kadar evimde hissettiğimi düşünüyorum. Doğanın nasıl bir anne şevkatiyle beni kucakladığını hissediyorum. Ve geçmiş sakin sakin siliniyor zihnimden, yüreğimden… Ve beklentiler gün be gün silikleşiyor benliğimden... 

Nehrin kenarında öylece otururken kimi zaman geçmişin zehirli okları saplanıyor yüreğime, gözyaşlarımla birlikte… Doğa bana  onları nehire bırakmayı öğretti… Onları hiç yargılamadan nehirle dönüştürmeyi… Onları kabul etmeyi ve bırakmayı… 

Nehrin kenarında geçirdiğim saatlerin hem beden hem akıl sağlığım için ne kadar vazgeçilmez olduğunu bildiğim için hava nasıl olursa olsun doğada, doğayla vakit geçiriyorum… Doğa benim hatırlatıcım gibi… Neye ihtiyacım olduğunu, neyi temizlemem gerektiğini, neyin bırakmam gerektiğini yada nereye doğru ilerlemem gerektiğini söylüyor bana her seferinde… Hiç zorlamadan, yargılamadan, sabırla ve şevkatle… Bende kendime öyle davranmayı öğreniyorum, yargılamadan, hiç zorlamadan sabırla ve şevkatle…